Monday, October 15, 2007

feyzbuka kafam bozuk 2

kendimi bildim bileli popüler olan bir şeye karşı durdum. ha bunun da popüler bir tutum olduğu ya da olacağı söylenebilir tabi. benimki kişisel bir şey, bir nevi uyuzluk. kaç kitabı okumadım, kaç filmi seyretmedim popüler diye. bazen uslu uslu popülerlikleri geçsin diye bekledim, bazılarıyla geçtikten sonra bile ilgilenmek içimden gelmedi. sırf popüler oldular diye yargısız isyan eyledim. derken bir gün yargısız insaf edesim geldi. dedim kendi kendime: popüler olmaları onların suçu değil yazık onlara, içlerinde iyi olanlar olamaz mı bu popülerleştirme tanrısı kurbanlarından. artık delikanlı fikri sabitlerim olmasa da popülerleşen daha doğrusu popülerleşeceği baştan belli ürünler, alınsın satılsın diye azıcık seks, azıcık ucuz politika, azıcık ucuz mizah katılmış yamalı bohça ve karbon kopya şeyler beni içine alamadı gene. ama tabi bir yere kadar.

yeni şeyler, uzun süredir haber alamadığım arkadaşlarla yeniden karşılaşma heyecanları, neymiş, ha burasında da bu varmış diye bakarken bir de baktım feyzbuka iyiden iyiye kaptırmışım. bir sürü selebriti de üyeymiş meğer, yüzyılın mesleği, herkes az ÇOK ün peşinde. televizyon programlarında bundan konuşuluyor, gazetelerde hafta sonu eklerinde feyzbuk konuşuluyor, 23 yaşındaki mucidinin multimilyarder olması sözkonusu, eğer Microsoft'a satarsa facebook'u. kendince bir alt kültürler cemiyetleri de oluşuyor bir yandan. kazdağında altın madeni olmasın diye bir gruba üye olmaya kalkıyorum, üyeler maşallah seçkinler listesi hep aynı isimler sahnede bennu geredeler, şehnaz çakıralpler. tanımadığım insanlardan mesajlar da almaya başladım, ben de bir "face" mi oldum, yoksa face book da benzerleri çok seks partneri bulma sitelerinden biri mi idi ya da oldu? bu facelerin fake'i de varmış üstelik, ünlülerin isimleri ve fotoğraflarıyla üye olanlar. off... herşeyin böyle suyunu çıkarma ülke insanına has bir fatalite mi yoksa "beynelmilel bir şey işte" mi?

şeytan diyor çık şu facebookdan bu kadar popülerlik bana fazla, sağdan soldan bana darallar geliyor ama şu envai çeşit yerde yaşayan arkadaşlarımla biricik iletişim kurma vazifesi nedeniyle kıyamıyorum da silmeye facebook üyeliğimi, sanki başka yol yok iletişime o da ayrı... iletişim ve bilgi çağı dediğimiz nanenin içindeyiz ve kollarımızı kavuşturmuş seyrediyoruz herşeyin bizi biraz daha montofonlaştırmasına. makineyle bir simbiyoz yaşam sürdürüyorum ve lanet olası şeyler bilgisayarım ve "internete inanmıyorum ama bir güç var" yeni tanrı sanrısı kapris yaptığında herşeyim alt üst, iş güç, yaşam...

bir kaç arkadaşım facebooka üyeliğini sildi bile; bu gösteri çağından, herkesin herşeyini pazara çıkarmasındaki rahatlığından rahatsızlık duyup, bir yandan da püskürtülmüş amerikan öcüsü "looser" addedilmeyi göze alıp. facebook'a üye olmamak kaybedenlere dahil olmak gibi bir şey, nasılsa herkes orada değil mi. üye 30.000 türkten illaki arkadaşınız vardır yoksa da edinirsiniz.
kendinizi ne kadar ters yüz ederseniz, içiniz ne kadar dışınız olursa gösterdiğiniz kadar kıymet edip o kadar winner olunan bir dünyada siz de bir face'e dönüştünüz, bir sanal sandıral alter egonuz daha oldu hayırlısı olsun. vitrindeki binlerce yüzden biri daha, iyice allayıp pullayın belki alanınız çıkar.

Wednesday, September 26, 2007

ağdacı kadın iktidarı

ağdacı kadınlar ve ağda yaptırmaya giden kadınlar arasında bir iktidar ilişkisi var. ağdacılar, bir yandan maharetli elleriyle ağdayı ve sizi ağda denilen bir nevi kadın dini ritüeline hazırlarken bir yandan da dilleriyle de ağda yaparlar. istediğiniz kadar okumuş olun, kariyer kadını olun vs vs ağdacı kadının karşısında her kadın eşittir, kıllı bir yumak. ağdacı diliyle sizin bütün kendinize olan güveninizi yerle bir eder. kıllı yerlerinize şöyle bir bakıp hemen de ve illa ki gördüğünü beğenmeyip şüpheci, yargılayıcı ve ciddi surat yaparak o meşum soruyu sorar, jilet mi vurdun sen bunlara? ve hayır inandırıcı bir cevap değildir hiçbir zaman. gider gelir aynı soruyu yinelerler iş sürerken, yok yok sen kesin jilet vurmuşsun. bir batık bulduğunda, suç mahallinde kanıt bulan cinayet masası dedektifi gibi yüzleri erince boğulur. akabinde ustaların yüzünde görülen çok zor bir iş ama yapacağız benden başkası da beceremez bakışı.

makineyle almak ya da tüy dökücü krem kulanmak da aynı şiddetten nasibini alır. jilet vurmak tammüden adam öldürmek ise makine ya da tüy dökücü krem öldürmeye teşebbüstür, aynı cezayı haketmişsinizdir. biteviye söylenir de söylenir ağdacı, kendi varlığını sürdürmesi gerekir elbet. siz kendi kendinize bu işi yapamayan bir beceriksizseniz eğer ona muhtaçsınız. her yerde kıllarınızı gören gözler var sanki, gerçekten yoksalar da yerleştirirsiniz ya da birileri yerleştirir: anneniz ablanız arkadaşlarınız diğer işbilir kadınlar. ağdacının eline bu vaziyette düştüyseniz ki başka şekile düşme imkanı var mı bilmiyorum, başınıza geleni çekeceksiniz. çünkü hattı zatında gayet savunmasız bir şekilde elinde silahlarıyla bez ve ağda bir amazonun karşısındasınızdır. ağdanın faydalarından başlar söylevine ağdacı kadın, kılları azalttığından, düzenli ağdanın batık yapmadığından. yüzyılların kadın kültü önünüze yığılıverir; temizlik, estetik, kendini erkeğe hazırlama, kadın olma yani kılsız olma erkin sembolü kıldan arınma.

şu batık konusuna gelince, ağda bitince cımbızla tek tek deriyi yararak çıkartılan ve çekilerek alınan kıllar. batık ağdacının ihmal edilmiş iktidarının isyancısıdır ve iktidarını sürdürebilmesinin koşulu, bir nevi öcü.

paket denen bir şey var, malum bölgedeki kılların topyekün imhası. kanuni mecburiyet sanki. bikini izi istiyorum dersin, pazarlık başlar, aaa öyle olur mu hiç, ayıp. sevgilin var mı? onun böyle mi hoşuna gidiyor? ayy çok çirkin, nasıl içi alıyor adamın, şöyle tertemiz alsa ne var sanki? temiz burada anahtar kelime oluyor, en ufak bir hijyen derdiniz varsa siz de nerdeyse ağdacıyla işbirlikçi olacaksınız. biraz alır beğenmez, bu da yeni moda mı der. hadi biraz daha biraz daha derken bakarsın kuşa dönmüşsün ya da son mohikana, savaşa gidiyorsun sanki.

ağdacıyla paylaşılacak tek ortak payda vardır. bir sonuca varmayan kendini tekrar eden kadınların şikayet etme ama düzeni sürdürmeye devam etme dürtüleriyle ve sessizce nihayetlenen kadın olmak ne zor konusu. biz kendimizi onlar için hazırlıyoruz da onlar kendilerine bakıyorlar mı sorusu. bütün o kıllı, göbekli, kel, ter kokan karısının yanına böyle yanaşan erkek yığını. her yaştan, eğitimden kadın böyle sunulduğunda erkeklerin kendilerine aynı derecede özen göstermedikleri konusunda hemfikirdir de bu kadın kültü, bu kadını erkinden arındırma geleneği böylece sürer gider. kıllarınızı gören gözler de sizi ve kıllarınızın durumunu izlemeye devam ederler.

Tuesday, September 25, 2007

feyzbuka kafam bozuk

Bir gün herkesin bir face book üyeliği olacak.
Allah beni ısırdılar, happy hour daveti aldım, aaa oktober fest, beni bir fotoğrafta tag etmişler hmmm derken face booka üye arkadaşlarımla oluşturduğumuz bir jargon da oluştu mini mini.
Aslında daha önceden buna benzer bir deneyimi sosyomatta yaşamıştım, yani bir süre eğlenirken. Çiftleşmeye gelmiş kütlelerin arasında söz uçar yazı baki kalır deyu kendimi avutmuşum yazan arkadaşlarla eğlenirken, bir gün internete inanmıyorum ama bir güç var misali yazılarım bir anda uç-urul-ana kadar. Herkes de bunun alimi, uzmanı sanki, aaa kopyasını almadın mı cık cık. Burada yazmak suya yazmak gibi, biri bir gün gelip o suyu karıştırabilir, bulandırabilir. Elinizden de bir şey gelmez, Big Brother çoktan hükmü vermiş, devir onların devri, yaşasın sanal diktalar.
Artık diş çıkaran her çocuk şunu sorgulayabilir sanıyorum, facebook mu alsam my space mi? Ya da hepsi birden, hiçbir şeyi kaçırmamalı insan değil mi?
Facebook şu anda my space'i sollamış durumda. Değeri 16 milyar dolar, Microsoft'un Facebook'u alacağı söyleniyor. Demek ki değeri daha da katlanacak. Biz eğlenirken birileri de fena halde nemalanıyor, yaşasın kapitalizm ve eğlencelikleri.
Bazı beyin göçü edip dönüp herşeyi ben belletirim diyen yeni dönem Türk aydınları facebook'u inanç turizmine benzetseler de bütün bu eğlenceli yanlarına rağmen tamamiyle tüketme üzerine kurulu, adı sosyalleşme ağı. Ha, uzun süredir haber almadığınız, aynı şehirde ya da aynı ülkede bile bulunmadığınız ne kadar seçilmiş insan varsa bulup seviniyorsunuz ama bu yanlızlaşmanızı gidermiyor. Orada da bir kimliğiniz var, sınırılı sayıda "public" ile paylaştığınız. Ha tabi İngilizce bilmeniz gerekiyor. Bu da sizi direkt diğer insanlardan ayırıyor.
Ben tekniğinden anlamam, ama bazı uygulamaların asıl geliştiren ekipten farklı insanların yapıyor oluşu, bu kadar çeşit çeşit, farklı uygulamalar (application) göz almaca, gönül çalmaca yapıyor facebook'a galiba. Sistem hep aynı işliyor aynı anda bir çok kişiye davetiye gönderiyorsun, neymiş bu diye baktığın application denen şeyi, virüs gibi dağıtıyorsun .
Facebook şehir insan evladının merak, hırs, tüketim ve statü dertlerinden beslenen sanal bir oyuncak. Ve insanın çok vaktini alıyor. İlk başlarda bağımlılık yaratan bir etkisi var. Teknik sorunları çok. Ama en önemlisi, henüz bir big brother'a rastlamadım. Yaşasın kökleşmiş kapitalizmin liberal kolları.

Saturday, September 22, 2007

şüphe kurdu

şüphe kurdu girdi içime. içim içimi kemiriyor. ya öyleyse... ya böyleyse... bu gördüklerimin hepsi, kendim dahil, sokağın köşesinde güneşle oynayan kedi de dahil herşey izafi ise. nedense hiçbiri gerçek değil gibi geliyor; bütün bunlar bir kurmaca sanki... hayatımdaki insanlar,
(ta gözümün ve dahi ruhumun içine içine bakmayı göze alabilenler hariç. onları ayrıca değerlendirmem gerekiyor, orada işte bütün bunlara uymayan bir başka durum var.)
yaşadıklarım, olup biten herşey, ermeni yasa tasarısına karşı çıkan rice, tezkereye isyan eden barzani yanlıları, bushdan ve erdoğandan nefret edenler, kaç kişi olduklarını hesaplamaya çalışanlar, birbirlerini yiyen marksistler ve anarşistler, küresel ısınma karşıtları, kyotocular, gözlerine türk bayrağı çekip avatar yapanlar, off saymakla bitmez. birdenbire gelen bir telefon, karşıma birden bir bilinmezden çıkıp geliveren insanlar, neredeydiniz bunca zaman, neden şimdi bu an... üçüncü mevkide sebze yemeğini bitirmedim diye benden hesap soran adaşım kadın, beni rakı içmeye davet eden alemci taksi şöförü abi, izmirden gelip ofiste stresli bir anımda benden hesap makinesi istediği için haşladığım, daha sonra yeni doğan kız çocuklarının öldüğünü ve eşiyle bir daha aralarının hiç eskisi gibi olmadığını en yakın dostuna anlatır gibi anlatan adam. sanki bir rolleri var, kendi varoluşları dışında benle ilgili bir varolma nedenleri var, bir şey var anlaşılacak oynadıkları o kısacık skeçten. ya da ben ciddi bir paranoyağım ve sık sık işittiğim gibi fazla düşünüyorum.

Whorf Hipotezi adında göreci yaklaşımı savunan bir hipotez var özetle hülasası:
Kültürü, düşünceyi, kişilerin dünya görüşünü biçimlendiren, koşullandıran, yönetimi ve denetimi altında tutan, DİLİN YAPISIDIR.

Zamanında A.F.C. Wallace, Edward Sapir, Wilhelm von Humboldt gibi ağır abilerinde benzer görüşleri var (mesela Sapir şöyle demiş: "Kesin olan, "gerçek dünya"nın büyük ölçüde topluluğun bilinç-altı dil alışkanlıkları üstüne kurulu olmasıdır, öte yandan, toplumsal gerçekleri eşçizgide imleyecek ölçüde birbirine benzeyen iki dile yeryüzünün hiçbir yöresinde rastlanılmamıştır. Demek ki, değişik toplumların içinde yaşadıkları dünyalar, değişik etiketlerin yapıştırıldığı tek dünya değil, apayrı dünyalardır.") ancak kuramı geliştiren ve en büyük savunucusu olan Benjamin Lee Whorf şöyle diyor:

"Kendi dilimizi ve bununla bağlaşık mantık ve bilgi dizgesini olanaklı tek doğru dizge sanmak, evrenin sonsuzluğunda tek bir güneş dizgesi bulunduğuna inanmaktan farksızdır... Kişi, anadilinin örüntülerini, salt iletişim amacıyla değil, aynı zamanda Doğa'yı çözgülemekte, olay ve olguların bir bölümünü görmezden gelirken, dikkatini öteki kimi olay ve olgular üstünde yoğunlaştırmakta, akıl yürütmede, ve genel olarak bilinç dünyasının çatısını çatmakta kullanır... Düşüncenin oluşumu, dilden bağımsız bir süreç değildir. Düşünce, kullanılan dilin yapısıyla bağlaşıktır... Herbirimiz, çevremizi belirli bir biçimde gören ve yorumlayan bir kültür sözleşmesine tarafız. Bu sözleşme, aynı dili konuşanlar için geçerli olup, bu dilin örüntüleri halinde maddelenmiştir... Çağdaşımız Çinli yada Türk bilim adamlarının da gördüklerini Batılı bir bilim adamı gibi algılamakta oluşu, aynı dünya görüşünü bağımsız kaynaklardan yola çıkarak geliştirmiş olmalarından değil, Batı'nın dünya görüşü ve düşünce dizgelerini benimsemiş olmalarından kaynaklanıyor."

diyor... diyor... diyor...

ve benim kafam daha da karışıyor. ben şimdi yerel yönel mi düşünüyorum, türkçe mi türkiye mi beni böyle kılıyor? ya konuştuğum diğer diller, gördüğüm yerler, tanıdığım, arada içinde yaşadığım kültürler. şimdi ben ne oldum, yamalı bir bohça mı? ondan mı gaip düşünüyorum? hiçbiryere hiçbirşeye ilişemeyeceğimi ve yerleşemeyeceğimi düşünüyorum... benim gibilere ne deniyor, ucube mi, sistem hatası mı?

Wednesday, September 19, 2007

balıkları sevmek

kocaman gözlüler.
aniden büyüyüp o esrara beni de katıp kaybolacaklar sanki.
ıslak ve u-puslu bir bakış. dibini merak ederim var mıdır bir dibi? su gibidirler, içlerine girmeden derin mi sığ mı anlayamam.
elleri ayakları yoktur ve zamanları. ah herşeyi bilirler de dilleri lâldir. gözleri söyleşir de kimseye malum olmaz sanırlar. bulanmaları an işidir, çıkmaları bataklıktan bir ömür sürer.
elle tutulmazlar da, yakalamak, esir etmek de zalimin işidir.
bu kadar da yumuşak olunmaz ki, incitmekten korkarım, dokunmam eteğimde yüzsünler isterim. ille de sudan dışarı atarlar kendilerini, hadi gel de nefes al-dır.

Wednesday, August 15, 2007

delilerden sen anlarsın konuş onunla

delileryerlerdelerhersihirlidirlerkerametindenbüyürlercanavarmayalarlargözlerininsiyahıcanavarlabirbüyürateşinüzerindenatlareteklerinitoplamazlarpireleridevekimsebilmezgerçekrenklerinisarılamazsınçokhareketlidirlersadeceutandıklarında -kivakideğildir-gülmezleraşkarşisttirlerçiçektakarlarçabucaksoyunurlarkatkattürlükıyafetvardırüstlerindeoysaçokgezerlerakıllarıbiröylebirböyleeserrüzgarsanırsınöteyesavrulanağaçsanırsınonakurulansalıncakaltındauyunansaklanbaçençokrüyagörürlergündüzünsaklanırlarriyalarında

Friday, August 10, 2007

mutlak letafet

yoğunsuzum, maddeleşemiyorum
kesifin karşı köşesinde gözlerden gizliyim
mihri nazireleriyle duhânım döne döne yükseliyor
zeynünnisanın tükenmez nihâyeti
hüsnü cevrim içim acıyor
bin ağusu çoşmuş dem-be-dem gülüyor
kızıl bir ay gibi
mehmene banu
bir peçe gibi iniyorum yüzüne
şirine diyor
onlar mah ise biz mihriz
yazmak istiyorum
kadından ozan olmaz
diye inliyor dağlar
deliriyor ozan kadınlar

Monday, August 6, 2007

hindu

उनिस मुंदी
तेम्पुस फुगित

kandırıkçı


"ben" herşeyden önce geliyor.
kimi için hayatının ilk beş yılı, kimi için ömür boyu, diğer başka herşeyden daha öncelenecek ben, kendisini ömür boyu herşeyden çok önemseyecek kişi olarak bize global sömürgenlerden birinin CEO sunu, bir parti hayvanını ya da medya özkökünü değil bazen hiç bakmayı akıl etmediğimiz yerden pişmiş kelle gibi sırıtacak ve bizi bir özgürlük savaşçısı gibi kandıracak, kendini bir şey sandırtacak birini seçecek. hatta onun için üzüleceğiz ya da endişeleneceğiz, hayatımıza nüfuz etmesine izin verirken onun için kimimiz kendimizi tehlikeye atacağız, kimimiz aşık olup, aşkı da kirleteceğiz ve birlikte kirleneceğiz. buna ayan iyi niyetli üç beş saf, saf değiştirdiğinde ise yeni saflar bulacak kandırıkçı, hikayesinin büyüsüne kanan, kandırıkçının egosuna kurban.

Tuesday, July 31, 2007

yalama otokrasisinin saltıkçı komutanı

parmak marifetiyle yalanan kaş ve dirsekteki tünete tünete oluşmuş nasırlarla komutan kendi yalap şap iş bilgisiyle çağırdığında koşacak birilerini arar hep, o anlattığında dinleyecek, büyülenecek, komutanın gösterdiği ufak bir takdir kırıntısına tuzla koşacak hıyarlar.

aç kurtlar gibi bekleşen kafadan atmacı, havadan para kazanmacı yaltakçılarla, el ve sakal sıvazlayanlarla -bunların bir de çok konuşanları vardır evlerden ırak- bir sakal at ne olur abicilerle dolu mekanı dükkana bakan, hiç işlerden anlamayan ama gayretli, komutan gaz verdikçe ingilizcesini ilerletirse neler de neler yapabileceğinin hayalini kuran, hasbel kader dükkandan içeri giren bütün zavallı ya da dişli dişilere, hatta yakındaki 5 yıldızlı otele gelen VIPler nedeniyle sokağı kesen polis ekibinde yeralan sokak başını tutan görevi başında sıkışan ve tuvalet ihtiyacını gidermek için ofisten içeri adımını atma gafletinde bulunan kadın polislere bile asılan, asılıp arkasından basenlerine laf atan hem kel hem fodul beyimiz, polat kılıklı koruma-şöför-modelcisi verem olur. bu da yeni modadır zira, ön muhasebe yapabilen hem aşçı hem overlokçu eleman, ingilizce bilen üniversite mezunu tamir işlerinden anlayan şöför, arayan uyanık türk gir-iş-imcileri. yeni ürün ve malzeme arayan adamı budur komutanın. o gidince her an emre hazır emir eri kontenjanı boş kalır haliyle.

komutan alelacele onun yerini dolduracak yani emir eri vazifesi görecek, sadık köle gibi onu bekleyecek yat diyecek, yatacak; kalk borusuyla kalkacak birini arar.

ve tabii iki kişi bulur... bir satınalmacı ve telefonlara bakan ve ofis boy gibi görev yapan biri.

bir satınalmacı, hırslı bir türk kadınıyla evli, kendisi ondan da hırslı. 20 yıldır türkiye'de olmasına rağmen türkçeyi zar zor konuşan, yıllar sonra türk vatandaşı olabilmiş, iranlı bir mühendis. "afandiiim" diye her telefona cevap verdiğinde sana kafam girsin der gibi kulağa geliyor. en ayıp, en yakası açılmadık şeyler söylüyor gibi gelir telefonda bağrış çığrış anlattığı şeyler. ısrarcı, pitbul gibi çenesini kapadı mı açmayan. satınalmacı olmadan evvel dükkana gelip giden ucuza alıp iyi fiyata satmaya çalışan uyanık ticaret adamlarından biridir. papağana benzer, yürüyüş ve duruş itibariyle de horoza. ne fabrikaya, ne de muhasebeye sözünü geçiremez, sık sık tedarikçilerle papaz olur, küfrü yer bir de arkasından komutandan fırça tam olur, ofisboy kunduz amcaya yeter forsu.

ofisin telefonlara bakan kişisi, nerdeyse ofisamcası, tombul bedeniyle sağa sola koşuşturan, bir kulağı sağır, telefonda duymadıklarını uyduran, ama nedense mutfakta çalışan karısının alçak sesle başka biriyle konuştuklarını duyan ve lafa karışan, herşeye karışan ve herşeyi karıştıran ve sürekli özür dileyen bir adam. çok pardon ve özür dilerim'i noktalama işareti olarak kullanan. ara da uysa da uymasa da, duymuyor ya, " hayırlısı", "hay... hay", bir eski esnaf ağız alışkanlığı. 24 yıl pazarda yumurta satmış, vergi borcu ve süpermarketler yüzünden yumurta tezgahını kapatmak zorunda kalmış. dükkanı yabancılar arayınca zaten karışık durumdaki eli ayağı kördüğüm vaziyette.

-sanki devlet başkanları arıyor, hepsi topsi şaşaalı websitesi, fuar bilmem ne satmaya çalışan 3. dünyayla görüşüyor havasında ya da yatak sesiyle konuşan kendini beğenmiş ingilizler.

eli ayağı oturduğu yerde zaten karışan bu kunduza benzeyen amca, sık sık komutan yok dedirttiği halde -kendisi hayır diyemiyor ya hele bir de karşıdaki kadın ise daha da fena durum bir hava bir kasıntı bizimkisinde- senelerdir esnaf alışkanlığından gelen karşıdakini kıramama huyu yüzünden bağlayıverir telefonu.

pazarcı amcanın eşi de mutfakta çalışır; yemek, çay, kahve yapar, mutfak alışverişi yapar, bir de hiç anlamadıkları iş idaresinden, karı koca, yegane anladıkları şey olan çalışanından maksimum faydalanma ilkesiyle muhasebe işlerini yürüten emekli bankacı komutanın karısı tarafından dükkanın üst katlarındaki evlerinin temizliğine de gider. komutanın ofisi zaten aile evi gibidir, iş yeri gibi gözükmez, iş yeri bile değildir, bir kontrol olacak diye ödü kapar çalışanların, ya maliye gelse mazallah... cık cık cık.

bu aile görüntüsü başka başka da tezahür eder. kendisi de asker kızı, mülkiye mezunu, mülkiyede okurken dünyayı değiştirecek olan, ancak değiştirecek olanları bugün aramızda bulunmayan 70 jenerasyonundan, sonradan ola ola bankadan emekli olmuş at gözlüklü laik kadrosundan solcu karısı kendisinden kocasının firmasında finansal planlama yapması beklenildiği halde hala komutanın askeri ateşelik yıllarında kalmıştır, dünyaya öyle bakar, geçiciymiş gibi, ah o tatlı hayat geri gelseymiş gibi. pişmandır, kendisinin ama öncelikle de kocasının bu işlere bulaşmış olduğuna. emekli maaşlarımız neye yetmiyordu diyecektir sık sık, kalkamadığı geç sabahların ardından, gezemediği cumartesilerin öncesinden ve her an fırsat ve çene çalacak birini bulur bulmaz. kimin kimi deli edeceği zaten muğlaktır, bu çeneyle karısı adamı mı, hödüklüğü ve kabalığıyla adam mı karısını.

sual olunmaz allahın bir hikmetiyle yıllarca sürmüş bu sosyal demokrat milliyetçi sağ koalisyonundan iki tane de ürün çıkmıştır. oğul, babasından 5 cm daha uzun olduğu için kendini servi boylu sanan, insanlara yukarıdan aşağı bakıyormuş gibi bakınca, onlar üzerinde tahakküm kurabildiğini sanan, önce yurtdışında okuyup, okuduğu okulu beğenmeyip üzerine çok paralı okunan üniversitelerden birinde otel işletmeciliği bölümünden üstün dereceyle mezun olup 5 yıldızlı bir otelde staj olsun diye marul yıkayan biri. şirket ortağıdır bir yandan. babası türlü hayaller kurar onun için, ileride işi devralacağını sanar. bu iki mega ego hiç bir zaman bir arada barınacak değildir. ama bunu baba bilmezlikten gelir de oğlan bilir, zaten oğlanın bilmediği yoktur veya üstesinden gelemeyeceği şey. öyle bir yeni jenerasyon genç güveni. oğlanın aklı otel işletmeciliğinde, arada bir gelir dükkana, bir ukalalık bir buyurganlık yapar gider. almanca ve ingilizce bildiği için akşam sabah işle yatıp kalkan babasının eskiden yeterince elemanı yokken sağ koludur, prens bey.

kızları, bu ikiliden nasıl çıktığı belli olmayan, belki de daha çok genç, çok dokunulmamış olduğu için, saf temiz yardımsever pırıl pırıl bir kızdır. arada sırada babacığım diye gelir babanın için eritir. oğlum ve kızııııııım durumu.

kocaman bir aile iş'te beraber, evde beraber. çalışanlarıyla büyücek bir aile... vadesi geçmiş 1-2 milyarlık çekleri ödenmediğinde kuduran tedarikçilerin her gün telefonda ettikleri küfürler sebebiyle, 30 yaşına geldiği halde 17 lik kız gibi incecik duran, muhtemel artık evlenemeyecek evlense de çocuk doğuramayacak muhasebeci kız, gece geç saate kadar çalıştığı gecelerde üst kattaki evde gecelediği vakidir. malum hayat zor, 1,5 saatlik yolu var kızın evine ulaşması için. şirketin demirbaş elemanı komutana abi, karısına abla diye hitap eder. yeni gelen her eleman bu büyük aileye bir kız, bir erkek evlat, bir kardeş gibi girer, girerse girer, girmezse yani komutan çağırdığında babası çağırmış gibi gelmezse gider. zaten gelen de hep birilerinin bir şeysidir, tandığı arkadaşı vs, ses çıkarmayacak herşeye he diyecek birileri, yalamaya gönüllü, komutanın çaldığı bonkör ballara kanan uyanık geçinen saflar.

Tuesday, July 24, 2007

sikeç

orada burada
bir kaç kırıntı suç
sinmişler
pusu kurmuşlar
anı kolluyorlar
sıçrayıvericekler üzerimize
edepsizlikler diyarından

kaç

Friday, July 20, 2007

herkes selebriti

kimi bilsem tanısam
ha o mu
selebritidir
diyor yedi uyanıklar

bir sele biriti olma isteği

bir gün ben de olacağım yetmeleri yeni

dana modeli yetmeyeni britleri

birilerini sele biriti yapma ayyuku

urban kafe, ekşi sözlük selebritileri

herşeyin kafası var

sütün kafası var

çağlanın kafası var

çamaşır suyunun kafası var

yeni alınmış kitabın uuuufff kafası var

bir sürü kafa var

çeşit çeşit

yeni fikir yok

herkesin kakası var

Thursday, July 19, 2007

ilya da candan

ilya da can demiş ki...
ÖLMEYİZ Kİ BİZ
birbaşımıza kalsakta
vız gelirsin bize
tırıs gidersin
öfkemiz şiir olur
çatlarsın hasetinden
ölmeyiz ki biz
ikarus'dur adımız
ateş hırsızı soy
geçmişimiz
köle zamanlardan fışkıran
spartakus'turche'dir
deniz'dir
zamane markos'tur
yoldaşlarımız
patlarsın kahrından
ileş ileşebilirsen bize
ne verdi ki yaşam bize
sen ne isteyesin
fasa fisosun sen
öldüremezsin bizi
bir cebimize koyar
bi başka cebimizden çıkarırız seni
bas git burdan
cennetini de
cehennemini de istemiyoruz senin
aşk'ız
devrimiz
küfürbazız
güneşe işeriz
ıslık çalar
oynatırız seni
git yoluna
ya da gel
okkalı küfürlerimize.
July 19, 2007 9:19 AM

agresif ejderia

sen beyaz mermerin damarından çıkan
sonsuza giden ölümsüz yol
sen bir mezar bekçisi hamisi
balıkçı yaka siyah kazak
utançları saklayacak
sen agresif yoyo kraliçesi

nefesin ejderha kokuyor
genzimi öfken yakıyor
vebacakarankankusuyor
şehvette şefkat
şefkatte saadet arayan
ilkidar ilkikan ilkikin


sen

Wednesday, July 18, 2007

ulus baker diye bir adam varmış

ulus baker diye bir adam varmışla başlayan bir sürü yazı gördüm bloglarda
bahsi geçen ulus baker ya da
bilgili çocukların deyimiyle "baker hoca"
kafasıçokçalışançokokuyançokdüşünençokiçenazuyuyanazvaktiolan
sessiz ve kambur adamlarda bir telaş
bizden...di ve kim kaldı
paniği yaratarak gitti
oysa biz onu hastaneden yarın dönecek sanmıştık

Monday, July 16, 2007

istek üzerine

bir damlayı gözucuna hapsetmişsin
seyre cefa eylemişsin

korkmasanbenden
onusenden almam

acılar kişiye özeldir
bildiğim üzere

sanma bu taşınalası
zor zırh zinde
bu saçma ifade ferinde
bir tek sana yük
bize muamma

Friday, July 13, 2007

ulus'un bir yazısı

Yaralarım benden önce de vardı...

Ulus Baker
Ernst JüngerMermer Yalıyarçev. Ersel KayaoğluCan Yayınları, 1996, 128 s.
(Bu deneme Virgül Dergisinin Ocak 1998 tarihli 4. sayısında yayınlanmıştır)

Metafiziği altetmek, demişti Heidegger, imkânsız! O, basit bir felsefi eğitim yöntemi değildir. Sanki birilerinin fikrini, kanaatini reddediyormuş gibi onu silip atamazsınız. Nietzsche'nin "hakikat sorunu" konusunda vurguladığı gibi, Dünya'nın Batısında yaşayan bir insan türü "metafizik" olmadan değil düşünmek, yaşayamaz bile. Bilginin "bir şeyleri bilmesi" modern metafizik varlıkbiliminin temelini atan Descartes'tan beri, Batı düşüncesinde neredeyse Varlığın tanımının ta kendisi haline geldi. Tanım ise kesinliktir. Freud, Heidegger ile paralel okunması gereken bir pasajında çağımızın çağrısını dışavurmuştu: Bana hakikati değil, kesinliği ver. Nereden geliyor bu garip emniyet tutkusu, güvenli kesinliğe bunca yakarış? Heidegger aşağıdaki satırları yazarken, bir anlamda onun felsefi damarlarından biri olan Ernst Jünger'in erken dönem eskatolojisinden pek uzakta değildir: "Varlık ilk hakikatinde olurken, istem olarak Varlık kırılmalı, dünya mahvolup gitmeye bırakılmalı, insanlar yalnızca emekleriyle başbaşa bırakılmalı. Ancak böyle bir çıkış sonunda Köken'in aniden bir yerlere oturması uzun bir zaman sürecek şekilde mümkün olacak... İşte bu olay daha şimdiden gerçekleşti. Bu olayın sonuçları dünya tarihinin bu yüzyılda başından geçen olaylardan başkası değildir." Bahsedilen "sonuçlar"ın Ernst Jünger'in doğumevi, yani Birinci ve İkinci Dünya Savaşları olduğu besbelli. Onu Heidegger'den ayıran tek belirti, iki savaş arasının adamı olmaktan çok, savaşın kendisinin adamı olmasıdır. Birinci savaşın romantik gazisi; ikinci savaşın kaçağı... Ve iki savaş arasında, tıpkı Heidegger gibi, bilim ve teknolojilere dair yazıp durması da türdeş kılmıyor Jünger'in eserini -ne Heidegger'le ne de kendisiyle. Sonuç olarak 1895'te orta sınıf bir kimyacının evinde başlayıp 102 yıl savaşlarla ve barışlarla, umutsuz-umutlu çıkış ve gerileyişlerle geçen bir yaşamdan bahsediyoruz. Jünger'in "dönemeçleri" (Kehre) kuşkusuz Heidegger'inkinden daha fazla sayıda ve daha belirgin: Orta sınıf evde baba otoritesi (ileride Thomas Mann'ın üslubundan sürekli şikayet edecektir), artı baskıcı katolik okulları, ikili bir kaçış istemini kaçınılmaz kılacaktır: Aşırı okumalar yoluyla kaçış ve "dışarıya", "başka bir yaşama" doğru. Birincisi yazar Jünger'i, ikincisi asker Jünger'i yaratacaktır. Aslında anti-semitizmden başka pek bir özelliği olmayan Wandervogel (Yitik Kuşlar) gençlik grubuna "belirsizce" katılışı hem aydınlık değildir hem de onu kesmez. Fransız Yabancı Lejyonuna yazılarak Afrika'ya gider, Kilimanjaro yollarında kaybolunca, ailesi tarafından Alman Dışişleri marifetiyle geri getirtilir. Neyse ki, Birinci Dünya Savaşı patlak verir de genç adam "burjuva" dünyasından bir kez daha uzaklaşmak fırsatını bulur -cephede çeşitli birliklere kumanda eder, defalarca yaralanır, savaşın sonunda Alman Ordusunun en yüksek Liyakat Nişanıyla onurlandırılır.
Savaşın Jünger'in hayatında bir dönüm noktası olduğunu söylemek yetmez. İki savaş arasında yazdığı ilk eserlerin temaları, bir taraftan Jungkonservative (Genç-Muhafazakar) sağcı ideolojilere bağlanıyorsa, öte yandan derinden derine bir "savaş uygarlığının" portresini çizerler. Üstelik, yakın dostu, Die Totale Staat'ın (Topyekün Devlet) kuramcısı Carl Schmitt'ten bile daha derin bir eleştiriyi "burjuva romantizmi"nin dünyasına karşı yöneltecektir: Bu son savaş ülkeler arasında geçmedi -biri geçmekte olan, ikincisi gelmekte olan iki çağ ve iki yaşam tarzı arasında geçti. 19. yüzyıl burjuva ferahlığının, geleceğe yönelik orta sınıf düşleminin dünyası, bütün hatlarıyla ve kurumlarıyla geleceğin bu saldırısı altında tuzla buz olmaya gidiyorlar. Ve kazananı kaybedeni olmayacak bu savaşta geleceğin saldırısı global bir endüstriyel toplumdan gelmektedir -Der Arbeiter'da (İşçi) vurgulandığı gibi, barış zamanı emek örgütlenmesi, ağır demir-çelik ve metalurji endüstrilerinin gerektirdiği gibi, ordudaki askeri örgütlenmenin tıpkısı olmaya doğru gitmiyor mu? İşçi=asker eşitliği işte bu "gelecek dünya"dır. Anlıyoruz ki Nazilerle ilk flört yıllarındaki Jünger, henüz "ütopyasız"dır ve bu ateş, çelik, kan dünyasını belli belirsiz bir nihilizmle onaylamış görünmektedir. Yine de Max Weber gibi liberallerle, Sombart gibi "tutucu-devrimci" iktisatçıların özellikle Alman kulaklara hoş gelen bir çözümlemesi söz konusudur yalnızca: Ağır endüstriyel kurumlaşma otoriter devleti, hafif endüstriyel stratejiler ise Batılı, liberal ve demokratik devleti sırtlarında taşırlar. Diyebiliriz ki "faşist" Jünger, liberal öncülerinden daha samimidir bu formül konusunda: Madem böyle bir gelecek kaçınılmaz bir surette yeryüzünü egemenliği altına alacaktır, o zaman her düzeyde onunla anlaşmaya çabalamak gerekir: Makine bireyi saracak ise, birey de makinayla bütünleşecek ve ülkelerin çelik ve asfalt damarlarından akacaktır. Bu düşüncelerin eş-titreşime girdiği bir felsefe vardır: Spengler ile Stato totalitario öğretmeni Giovanni Gentile... Bir de siyasal grup vardır -sonradan Hitlercilere ters düşecek Ernst Niekisch'in "milliyetçi Bolşevikleri"... Kısaca söylemek gerekirse, Jünger'in de hatırı sayılır katkılarda bulunduğu kafa karışıklığı had safhadadır.
Yine de Jünger'in kafa karışıklığı, Nazilerin yükseldiği dönem boyunca farklı türden, kendine özgüdür: Erken gençlik yıllarında başlattığı innere Emigration (içeriden göç), onu politik eylem alanına gönül ferahlığıyla dalma konusunda rahatsız etmeyi sürdürür. Çok geçmeden, onun iki ana formülünün, şu Neue Topografie (Yeni Topoğrafya) ile Die Totale Mobilmachung'un (Topyekün Seferberlik) üzerine atlayan Naziler ile örtük bir bozuşma sürecine girecektir. Formül oldukça politik ve tuhaftır: Her şey tamam da Goering gibi bir adamın Reichswehr'in başında işi nedir? Sorunun daha derin çatlaklardan kaynaklandığı zamanla belli olur. Jünger, Hitler savaşı çıkarana dek Nazilerden gizli uzaklaşmasını sürdürür. Savaş yılları bir nevi sürgündür -Fransa ile Almanya sınırında Kirchorst'da çakılır kalır. 1944 yılında ise, oğullarından ikisini de kaybeder -birini cephede, ötekini kendisinin de desteklediği anlaşılan Hitler suikastı sonucu, kurşuna dizilmiş olarak... Alman ordusu, Nazilerle süregiden iktidar mücadelesi içinde eski harb gazisine kol kanat germiştir.
Ama savaş yılları bir kez daha Kehre'ye yol açar -artık çağdaş Alman edebiyatının en güçlü yazarı sahneye girmekte, büyük dönüşüm yepyeni bir "topoğrafya" üzerinde tamamlanmaktadır -Auf Der Marmorklippen (Mermer Yalıyar) kitabı 1939'da, herhalde büyük bir cesaret gösterisi olarak yayımlandığında artık ikinci bir Jünger ile karşı karşıyayız. İki kardeş, Akdeniz'de bir kayalık yalıda, sakin bir köye çekilirler. Tehditkar Ormanlı'nın saldırısı yaklaşmakta, kasabanın kenarlarını sarmakta, iç huzuru mahvetmektedir. Ve iki kardeş inanılmaz bir şey yaparlar: Başka bir sakin köye çekilirler! Kaçış çizgisinin böyle bir formülü hem eşsiz hem de tuhaftır. Formülleri en yalın halleriyle tesbit edilmeksizin Ernst Jünger okumak, biraz edebi-şiirsel hazdan öteye eserin gerçek anlamda kavranmasına götürmeyecektir. İçeriden göçün formülü şudur: Saldırı başgösterdiğinde bir adım geriye kaçacaksın...
Benzeri bir formül, o dönemin jurnallerinde de başgösterir -savaş ve yıkım en çılgın dehşetiyle devam etmekte iken "sükunet"! Bu sükunet ise asla teslimiyet değildir: Her şey bittikten sonra savaşa sarfedilen onca ömrün ardında, alaycı, geride kalacak olan bazı şeylerle, doğayla, yollarla, tarlalarla çok gizli bir suçortaklığı vardır. İkinci bir formül ilkini tamamlamaya gelir: Nihilizm her türlü düşünceye oranla daha şanslıdır. Dünyanın akışının muazzam sürati, en hareketsiz parçacığı, bir tohum tanesini bile mutlak bir güce eriştirir. Artık en yumuşak en serttir...
Böylece Ernst Jünger'in eserinde bazı formüllerin işbaşında olduklarını, yazınsal uzamın içinde çoğu zaman apansız ama son derece büyük bir keskinlikle sivrilmekte olduklarını söylemiş oluyoruz, Die Glasernen Bienen (Sırça Arılar) tedirginlik verici ölçüde "neşeli" birkaç formül sunmaktadır -özellikle etik ve ahlak konularında. Her zamanki gibi bir savaş gazisidir ve harb yıllarında ince beceriler gerektiren top mermisi sanayiinde istihdam edilmiş, savaş sonrasının "doğal" ortamında iş bulamamaktadır... Çeşitli işler arasında sözgelimi sigortacılığı deneyecektir. Savaş sonrası için en "olanaksız" iş! Hangi kapıyı çalsan eksik kol ve bacaklar... Nihayet Hearst benzeri ütopyacı bir zenginin malikâne-fabrikasında üst düzey sekreterlik gibi bir iş bulur -hafiften kaçık patronu dev metal endüstrilerinin korkunçluğundan uzakta, çok küçük robotçuklar yapımına tüm sermayesini vakfetmiştir: Cam arılar. Ve tıpkı Jünger gibi koleksiyon meraklısıdır: Savaş araçları, yitik organ parçaları ve savaş hekimliği malzemeleri -"kopartılmış kulakların, organların vahşi sergisi şok etmişti beni", diyor Jünger. Eski savaşların imgeleri arasında (ne İlyada'da ne de başka bir yerde) savaş kol bacak kaybetmelerle, sakatlıklarla ilgilenmez. Ancak hilkat garibesi devlere ya da demonlara yakıştırılır sakatlıklar: Tantalos, Prokrustes... Oysa günümüzden şu manzaraya bakın hele: Utangaç ve övüngen, ikiyüzlü savaş hekimliğinin hemen sarılıverdiği "neşter ahlakına" bakın. Ya da tren istasyonlarında toplanan sakat dilenciler ordusuna. Ve işte eserin ana formülü: Sakatlıkların kazalardan kaynaklandığını düşünmek "optik" bir yanılgıdan başka bir şey değildir... Dünya ve tarih henüz rüşeym halindeyken sakatlanmış bir ırk olduğumuzdan gelmektedir bunca kaza başımıza... Böyle bir "optik yanılgı" teması hem poetik hem de derinden felsefi-politik mesajlar taşımaktadır: Jünger gibi I. Dünya Savaşı'nda yaralanan ve ömür boyu bir yatağın yalnızlığına terkedilen Fransız şair Joe Bousquet'nin Stoacı formülüyle buluşması şaşırtıcı değildir -"yaralarım benden önce vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum..."
İlerlemenin, "kayıp" ve "eksiklik" üzerine kurulmuş bir uygarlığın vazgeçemediği bir efsane olması kolayca anlaşılabiliyor. Muhafazakar Jünger artık bazı tedbirler önermek zorunda hisseder kendini -Kant'ın "ahlak doktrini"ne uygun yaşamaya çalışmak ne mene bir hayat getirir? Biraz ana-baba terbiyesi daha önemli değil mi? Böylece, devler dünyasına yönelen erken Jünger'in aksine, savaş sonrasının Jünger'i ısrarla "küçük şeylere", ufak ayrıntılara, minimalizme yönelecektir. Adorno'nun Minima Moralia'sında olduğu gibi, "efendiler kültü"nün, çağdaş tiranlıkların derin bir sosyal eleştirisidir bu.
Ernst Jünger'in Kehre'sinin mutlak olduğunu asla düşünmemek gerekir. Önce onaylayarak ortaya attığı temalar (sanayi-savaş, geçmiş-gelecek, nihilizm) geç dönem eserlerinde bir kez daha ortaya atılırlar: Bu kez derin ve minimal bir toplumsal eleştirinin yeğinliğiyle. Yazınsal saydamlık ve minimal etkilerin edebi kudreti bu eserin formüllerini gölgelememektedir. Ernst Jünger'in eseri bize şunu söyler: Dünya, Tarih ve Hayat, büyük harflerle başlasalar da hep küçük şeylerin gücüyle ayakta dururlar.
Virgül 4 , Ocak 1998 , s. 42-43

tanıdığım herkes ölüyor

tanıdığım herkes ölüyor
hayır öyle olmuyor
bana öyle geliyor
sırayla değil rastgele
gidiyorlar...

"herkesin bir uğurlayanı olmalı"
demişti bir arkadaşım gitmeden
gideceğini bilmeden...
kalanlar garip
hep vedaları sevmem diyenlerden

herkes ölümle karşılaştığında
başka başka ama hepsi saçma saçma
deli saçması şeyler söylüyor
sanki gitmişler de dönmüşler
bir vakur bir pir

ölenlerin ardından daha yaşamayı seviyorlar
yaşam seviciler

yaşamak
gitmeden
arada
kalmak
yaşamak
gidenleri
vedalaşmadan
uğurlamak
yaşamak
hergün ölmek

emret komutanım

mizah yazarı değilim, ama olsaydım yani bugünün bir aziz nesini olsaydım, pkk'yla savaştığı için kahraman addedilen komutanlardan birinin sivil hayattaki hikayesini yazardım...

mesela kahramanımız şaşaalı bir dönemden sonra erkenden emekli olmuş olsun; ısrarla gelen iş tekliflerini artık daha fazla reddedemeyerek medya devlerine sahip grup şirketlerinden birine kapağı atsın ve en sonunda stratejik proje geliştirme adı altında bildiklerinin birilerini daha da zenginleştirmek için kullanıldığını anlasın ve iş dünyasına atılsın. ve tabi şaşaayla...

sonra rekabet etmekten yorulduğunu, askerlik hayatı boyunca rekabet ettiğini artık bunu istemediğini düşünsün; ve nerede var bir abuk subuk bir buluş bir mucize alet, bir sistem, bir insan peşine düşsün: suyla çalışan motorlar, sönmeyen mumlar, akıllı yastıklar ve benzeri. ve onların mucitleri, kendisini ve herkesi kandıracağını sanan, kapısında yatsın, ellerinde aynı ellerle yapılmış deli saçmasına benzeyen çizimlerle.

kahramanımız hesaptan kitaptan anlamasın ve anlayanı da çevresinde bulundurmasın ya da bulunanlar hesap kitap anlamıyormuş gibi hiçbirşeyden anlamıyormuş gibi yapsınlar. ve çevresindekiler yüzlerinde ya sırtlan gülüşleri ya da kuzu bön bakışları ile hep -muş gibi yapsınlar.

nereye gitse küçük boylu iç anadolu kurnazı kahramanımızı alkışlayanlar olsun, pohpohlasınlar onu şımartsınlar o da bunları takdir sansın, kendini bir şey, bir dev sansın. asker sesini kullansın saçmalarken ve aslında hiçbirzamana hiçbirşeyi söylemezken. sırf o olduğu için dinleyenler alkışlasınlar.

kadınlara havlasın ama ısırmasın. bir kadın gördüğünde gürbüz atatürk kaşlarını tükürüklediği parmağıyla düzene sokmaya çalışsın.

sigarayı içmesin, yesin. ağzında sigara, temel reis gibi sürekli duman çıkartsın. sık sık küfür etsin. ilgili ilgisiz herkese herşeyi sorsun.

ve daha bir sürü şey daha yapsın komik.

hikayede birinin fikrini çalsın bu, hatta kendisine inanacak mafya kılıklı tarikat bağlantılı acımasız ve ruh hastası yatırımcı bir ortak bulsun. fabrika falan kursunlar bu iki değişik ve birbirini tamamlayan deli modeli. eğer bu iş başarısızlığa uğrayacak olursa ondan yatırdıklarının kat be katını ve hatta kanını ve iliğini de söküp alacak olan bir adam olsun ortağı, bizim kahraman hangi topun ağzında olduğunu hiç anlamasın kendine her zamanki gibi boşgüvensin.

başlangıçta yabancılarla çalışırken eli ayağı titresin konuşurken sonra işler ve kendisi biraz açılınca çevrede tek tük birileri ya da kimse ingilizce bilmediğinden ferah ferah geğirir gibi konuşsun ingilizceyi ve tabii bağırarak... erkek kadın herkese merhaba sevgilim (helloooooo... my dear....) desin, yerli yersiz mutabık ve harika (agreed ve great) kullansın, halı satıcısından farksız ingilizcesiyle bir de hava atsın.

kimse ona inanmasın ama kimse de onu hiç bozmasın. emekli paşalarla çok gizli toplantılar yapsınlar sigara dumanından grileşmiş makam odasında.

faydacılar tilki gibi gezinsinler etrafında, havadan nasıl para kazanırımcılar kol gezsin çevresinde, siyasi hayatın simaları, dahiler, oturduğu yerden para kazanan akademisyenler, eski asker olup tüccar, sanayici, gizli mafya kabasakal, mavisakal herkes onun o küçük dükkanından geçsin. kış ortasında esmer tene beyaz gömlek yeni yataktan kalkmış kendilerini satış gurusu sayan futbol satan sefahat satan siyaset satan kendini satan herkes cumartesileri kıçını koklasın. bizimkisi de bunlarlan aşık attığını atabileceğini sansın. fransız sokağına gitmeyi havalı sansın.

devamı gelir bu hikayenin... bekleyin.

Monday, July 2, 2007

önüm arkam sağım solum zibidi kırması


kızıl rüyalarımda biri daha veda ediyor


kime asılsam hayatın nezdinde elimde kalıyordu



elim göğsüne en yakın hususu uyuyordu

Tuesday, March 13, 2007

17 yıllık sevgilimi bıraktım

öylece bıraktım onu acımadan
sevgilime yabancılaştım
çıkarmadığım giysi
elimin ucu
dudağımın kanadı gibiydi

gitti...
ara ara
arayasım
elime alasım gelir
parmaklarımın arası özler
bir de hatırlatanlar var
içki masaları
kadınlar erkekler
sarılanlar

onun pek umurunda değil
o herkesin elinde
bir anlam
bir duruş
bir duman